Yıllar önce, bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla giden, bazı yerlerde iki arabadan birisinin durup diğerine yol vermesiyle geçilebilen Marmaris Datça yolundan ulaşmıştım Datça’ ya. Hemen girişinde sağımda bir cezaevi karşılamıştı beni. 12 Eylül dönemi ürünü Mahpusluğum biteli ancak üç beş yıl olmuştu. Bu nedenle oldukça çarpıcı bir girişti benim için. Aynı anda beynimin çekmeceleri uzaktan kumanda sinyali almış gibi açılmış, çocukluk hatıralarımda saçılmıştı ortaya. Ortaokulu ve liseyi Hatay Kırıkhan’da okumuştum. Evimiz daha çok tarım işçilerinin, küçük esnafın, seyyar satıcıların ve göçlerle gelenlerin yaşadığı Yeni Mahalle’deydi. )Nedense aynı ekonomik grubun sonradan yerleştiği mahallelerin adıdır Yenimahalle. Genel özelliği sakinlerinin çoğu yoksuldur.) Evden çıkıp çarşıya giderken şehir hapishanesinin önünde geçen yolu tercih ederdim çoğu kez. Mahpushanenin caddeye bakan penceresinde pos bıyıklı bir erkek olurdu çoğu zaman. Elleri kalın demirlerden dışarı uzanmış ve birbirini tutmuş, yoldan geçenleri seyrederdi. Hayatın akışını o küçük pencereden izlerlerdi.
Datça’ya ilk girişte gördüğüm ve hala duran o mahpushane ve şehir; bana o güneşle yağmurun birlikte olduğu zaman toprak yollarının yağmurdaki kokusunu, yollarda ki vahşi narenciye çiçeği parfümünü, yirmi beş kuruşumuz olduğunda koşarak gittiğimiz taze taze yapılan ve sıcak yemeyi sevdiğimiz halka tatlıların tadını unutamadığım çocukluğumun ve ilk gençliğimin o küçük şehrini hatırlatmıştı bana.
Daha Datça’yı görmeden caddelerinde yürümeden, insanlarını tanımadan sevmiştim bu küçük deniz kasabasını. İnsanın ana karnına dönmesi gibi çocukluğumun şehrinin sevgi ve güven dolu ortamına dönmüştüm sanki. Datça’da kaldığımız o bir hafta ilk duygularımda yanıltmamıştı beni. Bol oksijeni, bardağa doldur iç beni diye bağıran deniz suyu ve insanları ile aşık etmişti beni kendine. Kaldığımız küçük pansiyona sadece akşamları yatmaya dönüyorduk. Sabah kahvaltı sonrası hemen önümüzde ki denize sonra artık her taşını, kaldırımını ezberlediğimiz çarşı caddesinde yürüyüş, bazen bir çorba, bazen bakkaldan alınmış malzeme ile yapılmış bir sandviçle akşama kadar ya güneşleniyor ya da ender güzellikteki koylara gidip yüzüyorduk.
Biz yanımız Akdeniz bir yanımız Ege, kendimizi hiç bu kadar rahat ve özgür hissetmemiştik. Deniz her yerden üç beş dakikada ulaşılacak kadar yakın, sizi sevgiyle saracak kadar dost…
Sonra ki yıllarda düzenli de olmasa hep gittim o küçük iki denizin ortasında ve asla nem olmayan şehre. Her gittiğimde beni eski bir dost gibi karşıladı, her zaman güler yüzlü bir şehir oldu bana ve gelen tüm konuklarına. Datça’da nefes almak bir başka güzel. Havasını içinize çektiğinizde sanki tüm kanınız tazeleniyor ya da her hücrenizdeki umutsuzluğu, dertleri, tasaları, karamsarlığı da alıp götürüyor. Sokakta duvarlardan salkım salkım dökülen kırmızı, mor, beyaz begonvilleri makyaj yapmış genç bir kadının gülüşü gibi sıcacık karşılıyor sizi.
Bu sene yine Datça’daydım. Yollar genişlemiş ama ne Datçalılar ne de ben yolların daha fazla genişlemesini, Datça’nın da bir Marmaris’e, bir Bodrum’a ya da Kuş adasına benzemesini istemiyoruz. (Nasıl da sahiplenmişim bu kenti !) Zaten Tanrı Apollon’ da istememiş! Halikarnasos’ lu tarihçi Herodotos’un yazdığına göre , İ.Ö. 6 yüzyılda Persler Kinidos’u işgale gelecekleri zaman, Knidoslular şimdiki Gökova ile Hisarönü körfezleri arasında Balıkaşıran mevkiine bir kanal kazarak kenti anakaradan ayırıp istilayı önlemeye kalkışmışlar. Ama kanalı kazmaya başladıklarından çok sayıda kaza olmuş ve sonunda şehrin önde gelenleri Delphoi’deki Apollon kehanet merkezine elçiler göndermişler. Tanrı Apollan kızgın bir şekilde elçilere demiş ki; “Sakın ki Berzahta duvar örmeyin, kanal da kazmayın. Eğer Zeus isteseydi orayı bir ada yapardı.” Datçalılara, Apollon’ dan gelen bir öğüt; Datça’nın o güzel, doğasını bozmayın.
İşte bunları düşünürken bir yanda da nerede kalalım diye araştırmaya başladık. Bu kez Prahos Butik oteli denemeye karar verdik. Oteli daha görür görmez içimiz ısındı. Arkadaşımla bakıştık, sözsüz anlaştık. Datça’nın tarihi dokusa uygun ve çevreden sonradan yapılmış diğer binalardan hemen ayrılan otel bize sanki sıcacık gülümsüyordu. Yaklaştığımızda otel bahçe duvarı arasında kalan ve sahiplerince özenle koruma altına alınan 70-80 yıllık zeytin ağacı bize hoş geldin dedi önce. Bahçenin taş yolundan yürüyüp resepsiyona giderken bahçe duvarında ki nişler, yerdeki çimler, çimlerin üzerinde bambu masa ve sandalyeler… Artık kararımız kesinleşmişti. Bahçede işletmecisi Hüseyin Bey karşıladı bizi, sevecen bir gülümseme ve adalılara özgü bir huzur vardı yüzünde, nişanlısı Gülen hanımla birlikte işletiyorlarmış, gencecik, pırıl pırıl iki insan. Bahçenin bir yanına ekili domates, salatalık, biber. Bahçe duvarında sarkan nar ve limon dalları. Sevimli temiz odalar. Bu sene açmışlar oteli, bina da birkaç aylıkmış. Akşam gün batımında oda balkonumuzda denize karşı biralarımızı yudumlarken şimdiden kendimiz dinlenmiş hissediyorduk. Ama asıl sürpriz sabah kahvaltısındaymış. Ben bir annemin evinde böyle güzel muhteşem bir kahvaltı yapmıştım. Birde PHAROS otelde. Hiç tatmadığımız el yapımı reçeller. Mesela süt reçeli. Bahçeden domates biber. Datça köylülerinin ürettiği peynirler, zeytinler. Datça köylülerinin yetiştirdiği çeşitli otlar. Bir hafta kaldık. Yürüyüşler yaptık, akvaryum denizinde yüzdük. Akşam koşa koşa otelimize geldik ve mutlukla huzurla dolu günlerimiz çok çabuk geçti. Döneli bir ay oldu. Ama ne yalan söyleyeyim şimdiden özledim Datça’yı ve Pharos oteli. Kaldığımız süre boyunca bir otelde değildik, çok yakınımızın evinde çok özel birer konuktuk sanki. Teşekkürler Datça ve Pharos Otel, teşekkürler Hüseyin bey ve Gülen hanım.
Ali Çetin – 2019